MAKALELER
SON YÜZ YILDA TÜRKİYE’NİN MÜZİK HAYATI: TARİH, TÜRLER, SES KAYDI, SEKTÖREL YAPI
(yazan Melih Duygulu - Cemal ünlü)
YÜZYILIN BAŞINDA İSTANBUL
1900 yılında İstanbul’a gramofon plakları kaydetmek için gelen Alman ses teknisyeni Tantix, anılarında, sadece İstanbul’da gerçekleştirmeye çalıştığı kayıtları anlatmakla kalmaz. Üstün gözlem gücü ve betimleme yeteneği sayesinde, okuyucusunun gözünde, bulunduğu ülkenin toplumsal ve sosyal özelliklerini ayrıntılı tasvirlerle canlandırmaya çalışır. Eminönü meydanında yapmış olduğu kayıtlarla yetinmeyen Alman teknisyen, toplumun her kesimine, en çok da Türk kadınlarına ulaşabilmeyi arzulamaktadır. Oysa değil seslerini kaydetmek, Türk kadınlarının yüzünü bile göremez. Paris, Viyana, Leipzig gibi kentlere gidip gelmiş,”önyargısız, kültürlü erkeklerin eşlerinin, ancak uzaktan hayretle açılmış kocaman gözlerini” görebilmiştir. Plaklarını dinlemekte olan kadınların sevinç çığlıkları ise işitebildiği tek kadın sesi olmuştur.
O dönemde Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı tahtında oturmaktadır ve adına İsdibdat denilen uzun, baskıcı yönetimin de 24. yılıdır. Tahta çıktığı 1876 yılında bir dizi olumlu girişimler gerçekleştiren ve Meşrutiyeti ilan ederek ilk kez bir parlamentonun açılmasını sağlayan II. Abdülhamid kısa zaman sonra katı bir yönetim biçimini yeğleyecek ve Osmanlı tarihinin en ilginç, en anlaşılamaz hükümdarlarından biri olacaktır.
Bitip tükenmez Osmanlı-Rus savaşlarıyla maneviyatı iyice bozulan sultan, kendisini Yıldız Sarayı’na kapatmış, giderek artan korku ve endişeler içinde ülkeyi yönetmeye başlamıştır. Kendisi fotoğraf çektirmiyor, bunu buyruklarıyla yasaklıyordu; ama saray adına pek çok fotoğrafçı ülkenin dört yanını dolaşıyor, askeri birliklerin, ordu kumandanlarının, devlet görevlilerinin fotoğraflarını çekerek sultanın izlemesi için albümler hazırlıyordu. Sarayından dışarı adım atmayan ama en ince ayrıntısına kadar devleti tek elden yönetmeye çalışan II. Abdülhamid’in geliştirdiği ilginç yöntemlerden sadece biriydi bu. Mavi gözleri “uğursuzluk getirir” diye ürktüğü kardeşi Mehmed Reşad’ı saraydan uzak tutarken, öte yandan Servet-i Fünun edebiyat akımına en modern matbaa makinelerini getirebilmesi için destek sağlıyordu. “Doğu ve Batı dünyasının kültür ahengini sağlaması için” La Revue Orientale dergisine izin verebiliyor, öte yanda yazarları, devlet adamlarını çeşitli bahanelerle sürgüne gönderiyordu. Kendisi için marşlar besteleyen Necip Paşa’nın cenazesini görkemli törenler eşliğinde Sultan Mahmud türbesine gömdüren sanatsever sultan, sarayındaki tiyatroda verilen opera, tiyatro temsillerini bir başına izleyip oyunculara nişanlar, rütbeler dağıtıyordu.1901 yılında İstanbul’da ilk sirk gösterileri yapılırken, sarayın üzerinde uçanlar kendisine suikast düzenlerler korkusuyla, İstanbul göklerinde balonla dolaşılmasına izin vermiyor, tüm dünyada büyük ilgi gören havacılıkla hiç mi hiç ilgilenmiyordu. Hafiye örgütleri sayesinde “jurnaller” anında saraya ulaşıyor, padişahın baskıcı önlemleri daha da sıkılaşmış olarak halka geri dönüyordu. Bu baskıcı dönemin doğal bir sonucu olarak halkın giyime, kuşama ve eğlenceye ilgisi hızla artarken, yeni modalar saray tarafından kuşkuyla karşılanıyor, 1898 yılında casus ve saray düşmanlarının kötülüklerini yaşmak ve çarşaf altında daha kolay gerçekleştirebileceği endişesiyle bu giysiler yasaklanıyordu. Eli makaslı zaptiyeler köprü üzerinde çarşaflı kadın avına çıkmış, çarşafları kesiyordu. Alman Tantix’in anlattığı 1900 İstanbul’u, “Devr-i Hamidî”yi yaşamakta olan işte bu koşulların İstanbul’udur.
Alman teknisyen, anlaşıldığına göre ilk gramofon plağı kayıtlarını muhtemelen yaz aylarında Yeni Camii önünde gerçekleştirmiştir. Gerçi ilk ses kayıt cihazı olan fonograf’ın Edison tarafından bulunuşundan on-oniki yıl sonra İstanbul’da görüldüğünü biliyoruz. Ahmet Rasim Bey; 1884 yılında Fransızcadan tercüme edip ve kendi görüş ve düşüncelerini de ekleyerek yayınladığı “Bedayi-i Keşfiyat ve İhtirat-ı Beşerriye’den Fonograf... Sadâyı Tahrir ve İade Eden Alet” isimli kitapçığı ile fonografı Türklere tanıtmış ve birkaç yıl sonra da fonograf İstanbul’da alınıp satılan bir mal haline gelmişti. Gramofon ve taş plaklar öncesinin bu ses kayıt araçlarına pek çok sanatçı (Tamburi Cemil Bey, Hafız Aşir, Hafız Osman, Hafız Sami) seslerini ve sazlarını vermişlerdi. Ama fonografın kullanım alanı sınırlı kalmış, teknik yetersizliği sesin doyurucu olmayışı yüzünden fazla yaygınlaşamamıştır. Kullanım alanının sınırlı kalışı da popülerleşmesini engellemiştir. Çokuluslu yabancı firmaların ‘geleceği olan bir pazar’ olarak hedefledikleri İstanbul piyasalarına yatırım yapmaya başlaması, Tantix’in anılarında sözünü ettiği 1900 yılına rastlar.
Emil Berliner, 8 Kasım 1887’de uzun zamandır uğraşarak geliştirdiği ses kayıt aletine “Gramophone” adını verdi. Ülkesi Amerika’da bazı yasal sorunlar yüzünden bulduğu bu aygıta patent alamıyordu. Bitip tükenmez hukuk mücadelesinden usanan Berliner, sonunda şansını Avrupa’da deneme kararı aldı. Merkezi Londra olan bir firma kurdu. Kardeşi de Almanya’nın Hannover kentine giderek firmanın ilk plak fabrikasını bu kentte faaliyete geçirdi. Berliner İsveç’ten Hindistan’a kadar uzanan bir coğrafyaya adamlarını gönderdi. Teknisyenler kayıtlar yaparak bulundukları bölgenin musiki zevki ve geleneği konusunda bilgi topladı. O gün için ileri bir yöntem sayabileceğimiz ‘piyasa araştırması’ yapıldı. Bu araştırmalar firmanın sonraki çalışmalarına yön verdi. Zamanla Gramophone Record, Gramophone Concert Record, Monarch Record, Dısque Pour Zonophone gibi şirketlerin katılımıyla ana kuruluş olan The Gramophone and Typewrite and Sister Company güçlendi. Avrupa başta olmak üzere, kuzey yarıkürede saygın bir kurum oldu. Ve 1910 yılından sonra da meşhur köpekli logosuyla Sahibinin Sesi, His Master’s Voice adını aldı.
Firma; 1900 yılında başta Avrupa’nın önemli merkezleri olmak üzere, Atina, Bombay, Kahire, İstanbul gibi kentlere teknisyenlerini göndermişti. İstanbul’a gelen W. Sinkler Derby yaklaşık 167 adet 18 cm’lik plak üretti. Plaklar Costantinople’de (İstanbul) gerçekleşen ilk kayıtlardı. Yukarıda sözünü ettiğimiz Alman ses teknisyeni Tantix’in hangi şirket adına İstanbul’a geldiği ve yaptığı kayıtların akıbeti bilinmediği için “ilk İstanbul kayıtları” olarak W. Sinkler Derby’nin kayıtlarını kabul etmek gerekir. Piyasaya verilen ilk ticari plaklarsa 1903 yılına aittir. Ve bu kayıtların aralarında ilk kayıtların olup olmadığını kanıtlayacak bir bilgiye sahip değiliz. Bildiğimiz tek şey, ilk ticari kayıtların Hannever fabrikasında basılmış olmasıdır. Almanya’dan şirket merkezi Londra’ya gönderilmiş 19 Temmuz 1900 tarihli bir mektupta, “Türkçe plakların” sözü edilmekte ve merkeze konuyla ilgili bilgi aktarılmaktadır.
Taşınabilir cihazlarla gerçekleştirilen bu kayıtların kalıpları yurt dışındaki fabrikalara gönderiliyor, orada mâmul hale getirilerek, İstanbul’a ve diğer Osmanlı kentlerine dağıtılıyordu. İlk kayıtlar incelendiğinde görülen en önemli özellik, çeşitlilik gösteren Osmanlı kültür yapısının hemen hemen aynen plaklara yansımış olmasıdır. İmparatorluk nüfusunu oluşturan irili ufaklı pek çok topluluğun musiki örneklerini bu plaklarda bulmak mümkündür. Dönemin musiki eğilimleri, gözde türleri, belirli bir ticari mantık içerisinde yayınlanmış, bu çeşitlilik, Türk taş plak repertuarını ‘yeryüzünün en ilginç ve renkli koleksiyonlarından biri’ yapmıştır.
MEŞRUTİYET VE SONRASI
Kurulduğu 1889 yılından beri giderek güçlenen İttihat ve Terakki Cemiyeti ağırlığını siyasete koymaya başlamıştı. Artan baskılar sonunda 24 Temmuz 1908’de 2. Meşrutiyeti ilan etmek zorunda kalan Sultan Abdülhamid, kendisini beklemediği ve hiç alışık olmadığı kargaşanın içinde buldu. Meclis-i Mebusan üyelerinin seçileceği 17 Aralık 1908 gününe kadar peş peşe pek çok gösteri, grev ve ayaklanma oldu. Baskıdan kurtulan öğrenciler, askerler sokakları dolduruyordu. Önü arkası kesilmeyen grevler, şiddet olayları, padişaha yapılan suikast girişimleri 31 Mart olaylarıyla (13 Nisan 1909) doruğa ulaştı. Bu gerici ayaklanmasını bastırmak için Edirne’den gelen Hareket Ordusu duruma el koydu. Ayaklanmayla bağlantısı olduğuna inanılan II. Abdülhamid tahttan indirildi, yerine V. Mehmed Reşad padişah oldu. Kısaca “özgürlük” diye adlandırılan 2. Meşrutiyet, 191 2’de patlayan Balkan Harbine kadar olumlu pek çok rüzgârın esmesine yol açtı. Ağabeyine göre yumuşak huylu bir insan olan Sultan Reşad, halkın sevgisini kazandı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin devlet yönetimindeki etkin rolü, Sultan’ın bol zamanının olmasını sağlıyordu. Sultan, halkın arasında dolaşıyor, sosyal olaylarla ilgileniyordu. Hürriyetin yaygınlaşması için çaba harcayan Mehmed Reşad, Abdülhamid döneminin baskı ve yasaklarını bir bir ortadan kaldırıyordu. Örneğin, Sultan Reşad’ın tahta çıkışından bir ay sonra, İstanbul göklerinde balonlar gösteri uçuşları yapıyordu.
Meşrutiyetin coşkulu havası musikiye en çok marşlarla yansıyordu. Bir zaman Sultan Abdülhamid’e övgü dolu marşlar besteleyen Zati Bey, Muallim İsmail Hakkı Bey, Leyla Hanım gibi besteciler artık özgürlük ve Meşrutiyet marşları bestelemektedir. Sultan Reşad geleneğe uyar. Kendi adına marş beste yarışması düzenler. Sayıları hızla çoğalan askerî bandoların düzenli olarak ‘halk konserleri’ vermesi yine Sultan Reşad döneminin ilgi çeken yeniliklerindendir.
Gramofon plakları repertuarına bu marşları kazandıran Favorite firması, 1909 -1911 arası en parlak dönemini yaşamaktadır. Firma direktörü Ahmet Şükrü Bey, özgürlük havasını yansıtan ve Abdülhamid yönetimine ağır eleştirilerin yer aldığı pek çok “sözlü plağı” bizzat dolduracaktır. Firma operet plaklarının yanı sıra Rumca, Ermenice plaklar yapmakta, özellikle İzmirli ve Selanikli sanatçılarla gerçekleştirdiği kayıtlarla dikkati çekmektedir. Dikkat çeken diğer büyük firmalardan biri de, Amerikan kökenli Gramophone Concert Record’dur. Odeon firması da bu dönemde pek çok marşı yayınlayacak, özenli bir yayın politikasının ürünü olarak, dönemin pek çok sanatçısına plak yapacaktır.
Zonophone ve Odeon firmasının İstanbul temsilcisi olan Blumenthal Biraderler 1911-12 yılında Feriköy’de bugün yerinde Şetat Han’ın bulunduğu yerde ilk Türk plak fabrikasını kurarlar. Firma Onfeon ve Orfeos Record etiketiyle üretime geçer. Balkan harbi ve ardından gelen 1. Dünya Savaşı yılları olmasına karşın büyük bir sanatsal ve ticari başarı gösteren bu girişim, 1925 yılında fabrikanın Columbia’ya satılmasına kadar sürecektir. Başta Tamburî Cemil Bey olmak üzere, Hafız Âşir, Hafız Osman, Arap Mehmet, Hanende İbrahim, Tamburacı Osman Pehlivan gibi bir dönem öncesinin sanatçılarını kendisine bağlayan Blumenthal Biraderler Türk plakçılığının kurucularıdır. Tutarlı repertuar anlayışlarıyla pek çok sanatçının yetişmesinde ve pek çok türde müziğin günümüze ulaşmasında bu firmanın azımsanmayacak payı vardır.
YÜZYILIN BAŞINDA MÜZİK TÜRLERİ VE İLK HALK MÜZİĞİ ARAŞTIRMALARI
Saray ve çevresinden başlayarak dönemin musiki zevk ve geleneklerini incelersek, aşağı yukarı şöyle bir tablo ile karşılaşırız. Çoksesli musikiye Tanzimat’la başlayan ilgi, artarak sürmektedir. Saray mızıka heyeti ve klasik Türk musikisi eğitiminin de verildiği saray toplulukları, bir yanıyla Osmanlı’nın gelenekçi, diğer yanıyla da Batıcı yanını gösterir. Batılı tarzda örgütlenmiş ve eğitilmiş mızıka takımları, Selanik’ten Halep’e kadar tüm Osmanlı topraklarına yayılmıştır. Saray mızıkası Mızıkayı Hümayun daha da olgunlaşmış, ustalaşmıştır. “Yabancı şef” devri kapanmış, besteler yapan, sazlarında usta, mızıka şeflerinin yönetiminde çalışmalar sürmekte, plaklar doldurulmaktadır (1904). Padişahın ve aristokrasinin bir ilgi alanı da operet’tir. 19. yüzyılın ortalarından sonra İstanbul sahnelerinde görülen İtalyan ve Fransız operetlerinin etkisiyle Türk operet geleneği başlamış, ağırlığını Ermeni sanatçıların oluşturduğu pek çok müzikli tiyatro topluluğu bu türün sevilmesini ve yaygınlaşmasını sağlamıştır. Dikran Çuhaciyan tarafından 1875 yılında başlatılan Türk operet geleneği “Arif’in Hilesi”, “Köse Kâhya”, “Pembe Kız”, “Zeybekler” gibi oyunlarla en olgun örneklerini vermiş, Çuhaciyan’ın ünlü oyunu “Leblebici Horhor”la doruğa ulaşmıştır. Pek çok kez, pek çok topluluk tarafından sahnelenen bu operet, aynı zamanda en fazla temsil edilen, ilk kez yurtdışına turneye giderek gösterilen oyun olma özelliklerini de taşır. “Leblebici Horhor” operet parçaları çeşitli firmalarca plak yapılmıştır. Favorite firmasının İzmirli tenor Ovannes Efendi ile Benliyan’a okuttuğu Leblebici Horhor şarkıları bu dönemin plakları aracılığıyla günümüze ulaşabilmiştir. Kanto, bir diğer tiyatro türü olan tuluat’ın önemli bir parçasıdır. Yazılı bir tiyatro metni olmadan doğaçlama olarak yaratılan bu komik tiyatro, kaynağını, 1850’lerden sonra İstanbul’da sık olarak rastladığımız İtalyan topluluklarının gösterilerinden almıştır. Bu toplulukların seyirciyi çekmek ve perde aralarında salondakileri eğlendirmek için çalıp söyledikleri bağımsız şarkılara Kanto deniliyordu. Tuluat tiyatroları 1880’den sonra İstanbul sahnelerinde yaygınlaştı. Kel Hasan Efendi, Naşit, Dümbüllü gibi bu türün büyük ustaları, özellikle Ermeni ve Rum asıllı sanatçılarla işbirliği yaparak oyunlarında kantoya yer verdi. Kantonun yaratıcısı sayılan Peruz ve onun açtığı yolda yürüyen Şamram, Virjin, Agavni, Anjel, Man, Amelya, Kamelya gibi kantocular özellikle bu yüzyılın başından itibaren Direklerarası ve Galata tiyatrolarında kantoya altın çağını yaşattılar. İsdibdat’ın bunalttığı İstanbullu, Direklerarası tiyatrolarını dolduruyor burada, tu1uattan kantoya, Karagöz’den Ortaoyununa, pek çok gösteriyi izliyor ve eğlenmeye çalışıyordu.
Direklerarası, Üsküdar, Kadıköy gibi tiyatroların yoğun olarak bulunduğu eğlence merkezlerinde musiki alanındaki en önemli faaliyet, İncesaz, Ahenk, Çalgı gibi isimlerle anılan Türk musikisi dinletileriydi. İncesaz adını yeğleyen Kemanî Tahsin Efendi Saz Takımı; Galata’da, Şehzadebaşı’nda Abdürrezzak Tiyatrosunda, Kuşdili çayırında çalardı.
Kemanî Tatyos ve arkadaşları Şehzadebaşı Fevziye Kıraathanesinde, Aksaray’da Yeşiltulumba’da, Vezneciler’de Kıraathane-i Osmaniye’de çalardı. Kemanî Salih ve Neyzen Tevfik İncesaz Takımı, Göksu’da dinleyicilerin huzuruna çıkardı.
Ahenk adı altında ise, Kemanî Akribas Efendi Haydarpaşa Anadolu Birahanesinde Kemanî Anim Efendi Kılburnu Fener Gazinosunda, Türkçe ve Arapça şarkılar çalıp söyleyen Arap çalgı takımı ise Vapur iskelesi Büyük Gazinoda çalışırdı.
Tatyos’un ekibi ise Çalgı adı altında, Çırçır Suyu gazinosunda çıkar, Udî Mısırlı İbrahim Efendi de Göksu’da Meryem Ana Kilisesi civarındaki panayır yerinde sanatlarını icra ederlerdi.
Yukarıda sıralanan topluluk isimlerinden de anlaşılacağı üzere, Rum, Ermeni ve Musevi asıllı Osmanlıların musiki piyasasında tartışılmaz bir yeri vardı. Daha çok seçkin çevrelerin kendi aralarındaki musiki sohbet ve fasıllarına katılan, tekke ve dinî musiki alanında kalmayı yeğleyen Türk müzisyenleri piyasada çalışmayı tercih etmiyorlardı.
Bu alanda, üzerlerinde dinî ve sosyal baskı olmayan azınlık sanatçıları çalışıyordu. İşte bu nedenledir ki ilk taş plak kayıtlarında sadece dönemin çok ünlenmiş isimleri Tamburî Cemil Bey, Hafız Aşir, Hafız Sami, Hafız Osman, Şehab gibi erkek sanatçılar Sururi ve Aşki gibi meddahlar yer alırken, diğer yanda Ermeni, Rum, Musevi ve Çingene gibi ‘azınlık’ mensubu sanatçılar plak yapıyor, bir bakıma yapabilme cesaretini gösteriyordu.
Bu sanatçılar şunlardı: Şnork, Karakaş Efendiler, Pepron, Şamram, Peruz Hanımlar, Çingene asıllı Nasib, Gülistan, Şevkidil Hanımlar ve zurna ustası Üsküdarlı Arap Mehmet.
Türk kayıt tarihinin bu öncülerine kısa zamanda başkaları katılacak, onların açtığı yolda cesaret bulan ve geleceği gramofonda gören pek çok sanatçı kısa zaman içinde stüdyoya girip gramofon borusunun önüne geçeceklerdir.
Geleneksel türlere gelince: Taş plak kayıtlarına, diğer türlere göre sayıca daha az da olsa yansımış, bize yeterli fikri verecek malzeme bugün elimizde bulunmaktadır. Bu plaklar, tulumbacı kahvelerinde ve kıraathanelerde rastladığımız halk edebiyatı ve halk musikisi geleneğine bağlı, “mani”, “semai”, “destan” gibi örnekleri içermekteydi. Özellikle mani söyleme geleneği, tulumbacı kahvelerinin ve buraları mesken edinmiş tulumbacı esnafının tipik özelliklerinden biridir.
Selanik’te çıktığı bilinen mani, sadece Türk tulumbacılara özgü değildi. Arnavutköy’de, Tatavla’da, Çengelköy’de bulunan Rum tulumbacı takımlarının da mani, destan söyledikleri bilinmektedir. Yine aynı dönemde Anadolu halkının mani türünü, çeşitli müzikal uygulamalarla yaygın olarak kullandığını görürüz. Âşık karşılaşmalarında, erkek ve kadın topluluklarının ayrı ayrı, köy eğlencelerinde karşılıklı olarak söyledikleri mani örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Zaman içinde Anadolu Rum musikisini önemli ölçüde etkileyen “Mani”, “Amane” ve “Mane”ye dönüşerek Rembetika müziğinin de ana kollarından birini oluşturmuştur. Eğlenceye ve musikiye büyük ilgi ve yakınlıkları olan Rum müzisyenlerin İstanbul ve Anadolu musikisinde, özellikle “Eğlence” musikisinde önemli yeri vardır.
Kasap havası, sirto, çiftetelli gibi dans müzikleri Rum müzisyenlerin çok ilgi duydukları ve icra ettikleri türlerdir. Bu yüzyılın başında özellikle de İzmir’de Estudiantina toplulukları çok rağbet görmüştür. İzmir’in Levanten yapısının neticesi olan bu topluluklar mandolin, gitar gibi sazların eşliğinde ve İtalyan ezgilerini çağrıştıran bir tür müziğin de yaratıcısı olmuştur. Favorite ve Odon firması ilk kayıtları arasında pek çok Estudiantina topluluğu şarkısını da almıştır. Bu topluluklar ayrıca bölgenin bazı ‘Zeybek’ ve ‘Amane’ tarzı müziklerini plaklara çalmıştır. Erken dönem taş plaklarında Ermeni, Rum ve Çingene müzisyenlerin yer almaları bir açıdan da son derece doğal bir neticedir. Zira büyük kentlerde, özellikle de İstanbul’da musiki sanatına yön veren kişiler bu toplulukların içinden çıkmaktaydı. Ermeni, Rum, Yahudi azınlığın Osmanlı musikisinde “köşe taşı” rolü oynadıkları bilinmektedir. Sanat düzeyi yüksek pek çok esere imza atan bu azınlık topluluklarının yayında Çingeneler “avama” yönelik müzikal uygulamalarıyla tanınırlar. Ancak bununla beraber Çingeneler arasında da çok önemli musiki uygulayıcıları yetişmiştir.
İlk taş plak kayıtlarında görev alan Nassib Hanım Çingene asıllı bir sazende ve hanendedir. Koleksiyonlarda 1903 yılında yapmış olduğu plaklar bulunmaktadır. Ama taş plakların başyıldızlarından biri Arap Mehmet’tir. Zurna sazının gelmiş geçmiş en büyük ustası sayılan Arap Mehmet oyun havası, köçek havası, taksim gibi plaklarının yanı sıra, Gülistan gibi sanatçılara ‘şarkı’, ‘semâî’, ‘mani’, ‘gazel’ gibi parçalarda eşlik etmiştir.
Arap Mehmet’in İstanbullu bir sanatkâr olarak zurna sazında virtüoz seviyesine gelmesi yüzyılın başında halk musikisinin bu ilde yaygın olarak kullanıldığını gösteren tipik bir örnektir. Türlerin henüz net olarak ayrışmadığı bu dönemde İstanbul folklorunun önemli bir sazı olan zurna, yüzyıllar boyunca Mehterhane’de kullanılagelmiş bir sazdı. Ortaoyunu ve diğer seyirlik oyunların çifte nağra ile birlikte orkestrasını oluşturan bu sazın yerini ilerideki yıllarda bazı bölgelerde ‘gırnata’ adıyla bilinen klarinet alacaktır. Yerel halk çalgılarıyla musiki icra etme eğilimi özellikle kasaba ve şehirlerde yerini alaturka sazlarla türkü çalmaya terk etmiştir. Halk çalgıları horlanıp küçümseniyor, şehir kültürünün ürünü olan alaturka sazlar halk musikisi icralarının “başaktörleri” konumuna geliyordu. 1900’lü yılların başından 1950’lere kadar süren bu uygulama, radyonun halk musikisi icrasında yerel çalgılara dönmesiyle yeniden eski orijinal halini alarak mahalli renklerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Ancak burada bağlamaya büyük görevler üstlendirilmiş ve her türlü halk musikisi örneğini “bağlama tınısına uyarlama eğilimi baş göstermiştir.” Özetle ilk taş plak kayıtlarında, Osmanlı egemenliği altına girmiş ya da yakın ilişkisi bulunan geniş bir coğrafi alanı içine alan ciddi halk musikisi repertuar çalışması gerçekleştirilmiş Arnavut havalarından, Çerkez havasına, Laz havasından Kürt havalarına kadar pek çok halk müziği bu plaklar aracılığıyla meraklılarına ulaştırılmıştır.
Dinî ve tasavvufî musikinin merkezi tekke ve Mevlevihanelerdi. Özellikle Mevlevihane uzun yıllar bir müzik okulu işlevi görmüş pek çok sanatçının yetişmesinde önemli rol oynamıştı. Yüzyılın başında Türk musikisini besleyen kaynaklardan önemli bir tanesi, özellikle sazın ve sohbetin öne çıktığı Bektaşilik geleneğiyle Bektaşi dergâhlarıdır.
İlk plak kayıtlarda ne yazık ki tasavvuf musikisi yeteri kadar yer almamış, tasavvuf ve dinî musiki plakları çok az sayıda ve ancak Cumhuriyet döneminde yapılabilmiştir. Dönemlerinin usta tasavvuf musikisi icracılarının sesleri günümüze ulaşamamıştır.
1. DÜNYA SAVAŞI YILLARI
Uzun yıllar boyu savaşan Osmanlı ordusu Balkan Savaşının ardından 1. Dünya Savaşı’na katılınca, bando-mızıka takımları bile cepheye gönderilmişti. Çanakkale savaşında kırılmaya başlayan mızıkacıları Sultan Reşad kurtarmış, “kolay yetişmeyen bu seçkin askerleri” geri çağırmıştır. Bu dönemin önemli gelişimi; ilk sivil konservatuar sayabileceğimiz Dar’ül-Elhan’ın kuruluşu ve 1915 yılında başlayan Ulusal Operet dönemidir. Musahipzade Celal’in yazdığı oyunları Kaptanzade Ali Rıza, Muallim İsmail Hakkı Bey, Leon Hancıyan gibi besteciler alaturka musiki geleneğine uygun olarak bestelemiş ve azınlık sanatçılarının elinde bulunan operet oynama geleneğini kıran bir dönemin de başlangıcı olmuştur. İstanbul’un çeşitli semtlerinde faaliyet gösteren musiki dernekleri pek çok saz ve ses sanatçısının yetişeceği girişimler olarak önemli görevler üstlenmiş, bu çabaların ürünü ancak Cumhuriyet döneminde alınmaya başlanmıştır.
1914’de başlayan 1. Dünya Savaşı ve ardından gelen Kurtuluş Savaşı’ndan Cumhuriyete kadar geçen 10 yıla yakın bir dönemde, Odeon hariç, yabancı firmaların etkin faaliyet gösteremedikleri bir dönem oldu. Sadece ulusal bir girişim olan Orfeon fabrikası plak üretebiliyordu. Blumenthal Biraderler tüm bu zorluklar içinde; 1916 yılında ölen Tamburî Cemil Bey’in tekrar tekrar baskıları yapılan plaklarının yanı sıra Hafız Osman, Hafız Âşir, Hanende İbrahim Efendi, Hafız Yaşar, Tamburacı Osman Pehlivan, Safinaz Hanım, Karakaş Efendi, Haim Efendi, Derviş Abullah Efendi, Neyzen Tevfik gibi sanatçıların plakları yayınlanmıştı.
CUMHURİYET
Cumhuriyetin her şeyden önce kendisini anlatmaya ihtiyacı vardı. Özlenilen ve hedeflenen çağdaş, Batılı ülke olabilmek için sanattan yararlanmak kaçınılmazdı. “Ateşten Gömlek” filmi biraz da bu amaçlarla desteklendi. Filmin en önemli yeniliği; bir Türk kadınının Gazi Mustafa Kemal’in izniyle rol almasıydı. Filmdeki Türk kızı rolü, o güne kadar yapılan film ve tiyatro oyunlarındaki gibi azınlıktan bir oyuncuya değil de, Bedia Muhavvit’e uygun görüldü. 1 Eylül 1924’de yeni Başkent Ankara’da açılan Musiki Muallim Mektebi; Cumhuriyet kuşaklarına çoksesli Batı musikisini öğretecek öğretmenlerin yetişmesi hedefine yönelik olarak öğrenim ve eğitime başladı. Bu okulun ilk öğretmenleri de o yıllarda Ankara’ya taşınan ve “Riyaset-i Cumhur Musiki Heyeti” adını alan eski Mızıkay-ı Hümayun üyeleriydi. İstanbul’da ise Dar’ül-Elhan Batı musikisi ve Türk musikisi alanında verdiği eğitimi sürdürmekteydi. 1926 yılına gelindiğinde alaturka musiki resmen yasaklanıyor, 1927’de çoksesli Batı musikisinin devlet eliyle desteklenmesi sürüyor, Beethoven’in ölümünün 100. yılı münasebetiyle 26 Mart 1927’de bir konser tertipleniyordu.
Bir yerde Cumhuriyetle yaşıt olan mikrofonla ses kayıt yapabilme olanağı, (1925) plak üretiminde bir dönüm noktasıdır. Kayıt tekniğini önemli ölçüde iyileştiren, üretimi artıran bu yenilik, kısa zamanda pek çok yabancı firmanın İstanbul piyasalarına girmesine neden olmuştur. Columbia, Orfeon fabrikasını satın almış, Sahibinin Sesi Yeşilköy’de ikinci Türk plak fabrikasının temellerini atarken, Polydor, Pathe, Odeon gibi firmalar yaptıkları kayıtları Avrupa fabrikalarında çoğaltıp kısa zamanda çok zengin bir taş plak repertuarının oluşmasına hizmet etmişlerdir. İşte bu olumlu gelişme Türk kadınlarının özgürce filmlerde oynamaya başlaması ve sahneye çıkabilmesiyle birleşince, operetten fanteziye, gazelden şarkıya, pek çok musiki türü plaklara kaydedilmeye başlamıştır. Sahibinin Sesi, Columbia, Odeon firmaları bu geçiş döneminde -1926-1930 arası- yüzlerce plak kaydı gerçekleştirmiştir. Türk hanım sanatçıların taş plaklara sesini vermeleri de o günlere rastlar. İlk hanım sanatçılar, o yıllarda giderek yaygınlaşan operet oyunlarının sanatçılarıdır. Fikriye Hanım, Süreyya Opereti’nin primadonnası’dır ve ilk plak yapan hanım okuyucudur. Onunla birlikte Nebile Hanım, Makbule Enver Hanım, Nezihe Hanım plaklara seslerini verdiler.
DAR’ÜL-ELHAN DERLEMELERİ
Değişen musiki zevkinin bir önemli unsuru da Türkiye’de çalışan üretici firmaların ithal ettikleri “Alafranga” ve “Rumca” plaklardır. Başta klasik olmak üzere pek çok dünya müziği bu yolla Türkiye piyasalarına giriyor ve talep ediliyordu. Bu da, tango, fokstrot, çarliston gibi dansların moda olması anlamına geliyordu. 1932 yılında ilk sözlü Türk tangosu “Mazi”, Seyyan Hanım tarafından plağa okundu. Necip Celal’in bu tangosuyla Türkçe sözlü tango dönemi başladı. Sonraki yıllarda Fehmi Ege, Necdet Koyutürk gibi bestecilerle doruk noktasına erişecektir. Türk tangosu, gelecek yıllarda Birsen Hanım, İbrahim Özgür, Celal İnce, Şecaattin Tanyerli gibi yorumcularını da yetiştirecektir.
O yıllara damgasını vuran diğer bir önemli akım da ‘operet’tir. Rey Kardeşlerin İstanbul Şehir Tiyatrosunda gösterilen, Üç Saat, Lüküs Hayat, Deli Dolu, Hava - Cıva gibi çok tanınmış operet parçaları plaklara okunacak, benzeri pek çok oyun İstanbul sahnelerini dolduracaktır. Bu akım, sinemada da müzikli filmler döneminin başlamasına da öncülük edecektir.
Gramofonun gündelik yaşamdaki tartışılmaz yeri, pek çok sanatçının şöhrete kavuşmasına yol açıyordu. Deniz Kızı Eftalya, Yesari Asım Arsoy, Lale - Nerkis Hanımlar, Müzeyyen Senar, Safiye Ayla gibi sanatçıların yıldızları 1930-1940 arasında parladı.
2. DÜNYA SAVAŞI GÜNLERİ
Radyonun sevilip yaygınlaşmasının önemli nedenlerinden biri de 1939-1945 arasında geçen o karanlık savaş günleridir. Gününü elinde vesikası; ekmek, şeker, gaz yağı kuyruğunda, gecelerini karartma altında ve pasif korunma deneyleriyle geçiren insanlar radyo başında toplaşıp olup biteni anlamaya çalışıyordu. Öğrencilerin okul bahçelerine patates, yer elması dikerek üretime katılmaya çalıştığı bu “içe dönük” yaşam biçiminde milli duygular -doğal olarak- öne çıkıyordu. Bu duyarlılık, halk musikisinin önünü açmıştı. Uzun dalgadan yayın yapan Ankara Radyosu’nun yanı sıra, uzun yıllardır sürdürmekte olduğu deneme yayınlarını 1943 yılında güçlendirip yaygınlaştıran İstanbul Radyosu’nun bu yöndeki çabaları, radyo yayınlarının yurt çapında yayılması politikalarının sonucudur. Halk musikisi derleme çalışmalarının değerlenip dinleyenlere sunulduğu “Yurttan Sesler” programları işte bu günlerde sevildi. Münir Nurettin, Hafız Burhan başta olmak üzere pek çok sanatçı artık plaklara türkü okuyor ihtiyaca cevap vermeye çalışıyordu. Bu dönemin Türk musikisi açısından önemli ender olaylarından biri 1940 yılında İstanbul Konservatuarının “çalgı eğitimi olmadan, kuramsal bir eğitim vermek” koşuluyla yeniden açılmasıdır.
Halk musikisi açısından ise durum biraz daha farklıydı. Bir yanda modern cumhuriyetin kültür devrimini yapmaya çalışan ve halkın sesini çağdaş bir yorumla tekrar halka dinletmek isteyen bir grup, diğer yandan halk müziği unsurlarını birebir plak ve radyolar aracılığı ile tekrar halka ulaştırmaya çalışan diğer grup.
Bu arada her ne olursa olsun halk kendine özgü müzik uygulamalarını sürdürmüştür ve sürdürmektedir.
Sanat musikisi mensupları ise geniş kitlelere mal olmak için kitlelerin sesi olan halk musikisinden yararlanmaktaydılar. Pek çok ses sanatçısı plaklarına türkü tarzındaki örnekleri ilk kez bu dönemde almıştır. Bazı bestekârlar ise halk musikisinin engin motif ve ritim zenginliğine hayranlıklarını gizlemeyerek halk türküsü tarzında şarkılar bestelemişlerdir. Sadettin Kaynak bu alanın hiç kuşkusuz en büyük ismidir.
Her ne biçimde olursa olsun yukarıda sıraladığımız bütün uygulamalar halk müziğinin ne denli önemli bir kültür unsuru olduğunu açıkça göstermektedir.
Türkiye gerçi 2. Dünya Savaşı’na girmedi, ama dünyada yaşananlardan oldukça etkilenmiştir. Ayrıca o günlerin gündeminde çok partili demokrasiye geçiş gibi çok önemli yaşamsal meseleler vardı. Yükselişi süren halk musikisi yılların ihmalinin acısını çıkarırcasına tüm taş plak repertuarlarındaki türlere hakimdir. Sanat musikisi açısından yaşanmakta olan gelişmeler: Münir Nurettin Selçuk’un düzenli konserleri, müzikli filmlerin özellikle de Mısır filmlerinin Sadettin Kaynak tarafından bestelenmiş yeni şarkılarla bir kez daha “yaratılarak” seyirciye ulaşmasıdır. Türk sanat musikisi bir bakıma dört büyük ses; Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses, Perihan Altındağ Sözen dönemini yaşamaktadır. Sabite Tur, Suzan Güven, Redife Erten, Mefharet Yıldırım gibi yeni seslerin arasında, erkek sesi olarak günden güne şöhreti artan, Necmi Rıza, Zeki Müren, Abdullah Yüce gibi sanatçılar da dikkat çekmektedir.
Şerif İçli, Selahattin Pınar, Sadettin Kaynak, Osman Nihat Akın, Sadi lşılay, Cevdet Çağla, Fehmi Tokay, Suphi Ziya Özbekkan, Neveser Kökdeş, dönemin önde gelen ve aranan bestekârlarıdır. Lem’i Atlı, Yesari Asım Arsoy, Refik Fersan, gibi besteciler ise artık ustalar arasındadır. Radyolarda, konserlerde ve plaklarda onların eserleri çalınıp söylenmektedir. Halk musikisi alanında ise: Celal Güzelses, Malatyalı Fahri, Âşık Veysel, Zaralı Halil, Mukim Tahir, Kel Hamza, Nizipli Deli Mehmet, Tarsuslu Abdülkerim, Bayram Aracı gibi halk sanatçıları müzik dünyasına girmişlerdir. Bu adını saydığımız sanatçıların birçoğu radyo emisyonlarına katılıyorsa da halk bu sanatçıları daha çok yapmış oldukları taş plaklardan tanıyordu.
YÜZYILIN YARISI…..1950’DEN SONRA
Tek partili sistemden çok partili sisteme geçiş, yüzyılımızın tam ortasında gerçekleşti. D.P. hükümetinin ilk icraatlarından biri de Kore’ye asker göndermek oldu. 2. Dünya Savaşı’na katılmamış, 30 yıldır savaşmayan Türk ordusu büyük törenlerle ve tarihinde ilk kez yurtdışındaki bir savaşa gidiyordu. Bu girişim ve ardından gelen pek çok girişimle dışa açılıyor, dünya ile bütünleşmeye çalışıyordu. Başta caz olmak üzere yeni yeni müzik türleri Türk kültürünü etkisi altına almaya başladı. Yine 50’li yıllarda Rock and Roll salgını Türkiye’ye ulaştı. Özellikle gençler radyolar ve plaklar aracılığıyla bu yeni müzikleri akımlarını izliyor, sadece dinlenmek üzere tasarlanmamış bu müzikler, dansla birleşince daha da etkili olarak, geleneksel türlerin önüne geçiyordu. Radyolar piyasaya göre daha tutarlı bir çizgiyi korumaya özen gösteriyorsa da, piyasa ve plak repertuarları bu değişimi anında yakalamaya çalışıyordu. İstanbul Belediye Konservatuarı İcra Heyeti’nin her pazar verdiği Şan Sineması konserleri sanat ve halk musikisinin yaşam bulduğu özgün konserler olarak ilgi çekiyordu. Bu dönemin en önemli çıkışını önce bir radyo sanatçısı olarak ünlenen ve sonradan sahnelere geçen Zeki Müren yapıyor, uzun zamandır görülmemiş bir ilgiyle karşılanıyordu. Plakları kapışılan bu sanatçı, sinemada ve konser salonlarında seyircisiyle buluşuyordu.
Bir yandan da yoğun olarak yaşanan iç göç ve kentleşme olgusu yaşanıyor ve geleneksel kültürün değiştirilip yeniden yorumlanması ve gündelik iletişim araçlarıyla sunulması bir “Kent kültürü ve Musikisi”, bir tür alt kültür yaratıyordu. Başta Zeki Müren olmak üzere bazı sanatçılar çok büyük değişimler göstererek bu talebe ayak uydurmaya çalışıyordu.
Ses kayıt aygıtları açısından 1950 ve 60 dönemi yeni buluşların taş plak saltanatına son verdiği önemli bir süreçtir. Önce 33, ardından da 16 ve 45 devirli plak üretimi, çalınması, üretilmesi ve dinlenilmesi oldukça zahmetli 78 devirli taş plakları demode kıldı. Ülkemizde ancak 1963-64 yılından sonra üretimine geçilen 45’lik plaklar taksi ve özel otomobiller de bile dinlenebilirlik özelliğine sahipti. Yeni kurulan Grafson ve Columbia firmaları 45’liklerle birlikte aynı plağın 78’liğini de yapıyordu. Ama bu durum uzun sürmedi 1965 den sonra 78’lik üretimi sona erdi.
Taş plak üretiminin son ürünleri başta Zeki Müren olmak üzere, Müzeyyen Senar gibi çok satan sanatçılara aitti. Bu sanatçılardan bazıları şunlardır:
Sabite Tur, Suzan Yakar, Suzan Güven, Mualla Mukadder, Alaeddin Yavaşça, Aliye Akkılıç, Neriman Tüfekçi, Neşet Ertaş, Zekeriya Bozdağ, Muzaffer Akgün, Nuri Sesigüzel.
BÜYÜK DEĞİŞİM…
1970’li yılların en önemli özelliği; “Anadolu Âşıkları”nın plak piyasası içine çekilmesidir. Bir taraftan siyasal çalkantılar, bir yandan giderek etkili olan ekonomik krizler, toplumun sesi olan âşıkları harekete geçirdi. “Toplumcu” nitelikte yüzlerce plak yapıldı. Hemen hemen tümü “protest” tarzda eser veren bu âşıklar akımının ilk temsilcileri; Feyzullah Çınar, Ali Sultan, Ali Kızıltuğ, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Mahsunî Şerif gibi halk ozanlarıydı. Daha çok sol akımın sözcülüğünü yapan bu âşıklarla aynı dönemde piyasaya giren Karslı ve Erzurumlu aşıkları da burada anmak gerekir. Bunlardan Murat Çobanoğlu, Şeref Taşlıova, Âşık Reyhanî akla ilk gelen isimlerdir. Plak dünyasındaki “âşık” tipi; zaman içinde yetişen yerel sanatçılarla “mahalli sanatçı” veya “mahalli türkücü” gibi isimlerle anılmaya başlamış ve giderek birbirine karışan tanım ve kavramlar olarak seyrini sürdürmüştür.
Anadolu Pop akımı, bugünlerin, özellikle de tohumları 1960’larda atılmış bir sürecin ürünü olarak doğdu. 1960’lı yılların gençliği yönünü büyük ölçüde Batı pop müziğine çevirmişti. Kendi kültürel birikimini dışlamak, sırt çevirmek gibi bir niyet taşımayan bu süreci “arayış dönemi” olarak kabul etmek mümkün. Bu sürecin sonunda bir akım olarak “Anadolu Pop” 70’li yıllarda patlayışını gerçekleştirdi. Batı müziği ile tanışma ve halk kültürüne yöneliş, bu türün ortaya çıkışının başlıca nedeni olmuştur. Kültürlerin kaynaşmasıyla da yepyeni bir tür, bir tarz oluşmuştur. Bu müziğin yapımcı ve yorumcuları; Tülay German, Erdem Buri, Şanar Yurdatapan, Esin Afşar, Hümeyra, Fikret Kızılok, Cem Karaca, Ersen, Selda Bağcan, Erol Büyükburç, Atilla Özdemiroğlu, Barış Manço, Edip Akbayram gibi sanatçılardı. Anadolu Pop akımının bir önemli özelliği de; solist-şarkıcı unsurunun yanı sıra, “grup müziği” yapan toplulukların sayısal olarak azımsanmayacak kadar çok oluşudur. Moğollar, Modern Folk Üçlüsü, Dadaşlar, Siluetler, Kaygısızlar, Dönüşüm, Kurtalan Ekspres, İstanbul Gelişim Orkestrası dönemin önde gelen topluluklarıydı.
Var olduğu dönemde pek çok 45’lik kaydı gerçekleştiren ve Türk müziği tarihine bir akım olarak geçen Anadolu Pop 80’li yıllarla beraber etkisini yitirmiş ve yavaş yavaş müzik dünyasından çekilmeye başlamıştır.
...VE ARABESK
1970’lerde filizlenen Arabesk müzik ürünlerini, Türk müzik tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul etmek mümkündür. Tüm değerler sisteminin değişmeye başladığı, alt üst olduğu bir süreç Arabeskle başlayacak ve uzantıları günümüze ulaşacaktır.
70’li yılların musiki hayatına damgasını vuran iki önemli olayı gazino ve kasettir. Birbiri ardına açılan müzikhollerin şöhret yaptığı, kamuoyuna tanıttığı sanatçı, kasetleriyle de evlere, okullara, çay bahçelerine kadar gelebiliyordu. Bu sektörü önemli ölçüde destekleyip öne çıkaran ve bundan kendisine tiraj sağlayan magazin basını da bu tarihlerde yaygınlaştı.
80’li yıllar ise gazinonun yerini alan Televizyon yılları olarak anılır. Tek kanal da olsa televizyon, her türden müziğin çalınıp okunduğu, bir programda pek çok şöhretin var olabildiği bir arz alanı halini almıştır. Bu yıllarda kayda değer önemli gelişmelerden biri, Kültür Bakanlığının Türk musikisi koroları kurmaya başlamasıdır. İstanbul Devlet Korosu bu uygulamanın ilk ve en dikkate değer topluluğu olarak pazar konserleri ve televizyon programlarıyla tanınıp sevilir. Eğitime başlayan Devlet Türk Musikisi Konservatuarı da diğer önemli bir adımdı. Kuruluşu 1976 olan ve ilk mezunlarını 80’li yılların başında veren bu okulda günümüzün pek çok önemli sazendesi ve okuyucusu yetişmiş, üniversite düzeyinde kesintisiz bir eğitim süreci bugünlere kadar ulaşmıştır.
80’li yılların hemen başında vefat eden Münir Nurettin Selçuk’la birlikte bir devir de kapanmıştır. Artık alanlar iyice belirlenmiş, Münir Nurettin gibi besteci, hanende, koro şefi özellikleri taşıyan sanatçılar parmakla sayılacak kadar azalmıştır, Bu dönemin dikkat çekici bestecileri; Rüştü Şardağ, Aleddin Yavaşça, Yusuf Nalkesen, Avni Anıl, Selahattin İçli, Muzaffer İlkar, İsmail Baha Sürelsan, Arif Sami Toker gibi sanatçılardır. Solist olarak 80 ve 90’lı yıllarda yıldızı parlayan ve şöhreti günümüze kadar gelen sahne, radyo ve koro sanatçıları da şunlardır: Emel Sayın, Nesrin Sipahi, Nevin Demirdöven, Mülkiye Toper, Neş’e Can, Behiye Aksoy, Meral Uğurlu, İnci Çayırlı. Hemen akla gelen erkek okuyucular ise: Mustafa Sağyaşar, Ahmet Özhan, Recep Birgit. Dinî ve din dışı musikinin iki çok önemli okuyucusu Kani Karaca ve Bekir Sıtkı Sezgin. Son otuz yılın saz sanatçılarından önde gelenleri de: Neyzen; Niyazi Sayın, Aka Gündüz Kutbay, Tamburi; Ercüment Batanay, Necdet Yaşar, Kemençeci; Cüneyt Orhon, İhsan Özgen, klarnette; Mustafa Kandıralı, Barbaros Erköse, Udî; Selahattin Erköse, Çinuçen Tanrıkorur, Kanuni; Cüneyt Kosal vb...
Halk musikisi yönündeyse durum şöyleydi: 70’li yılları politikanın içinde geçiren gençlik, 12 Eylül darbesiyle politika dışında kalınca yine halk musikisine yönelmeyi bir kurtuluş olarak gördü. Halk musikisi ve oyunları alanında faaliyet gösteren Halk Eğitim Merkezleri, dershaneler, dernek ve vakıflar gençlerin uğrak yeri halini aldı. Bağlamaya olan ilgi giderek artıyor, özel dershanelerde eğitime katılan konservatuar hocaları bile bu talebe cevap veremiyordu. İşte böyle bir dönemde, Arif Sağ’ın önderliğinde Musa Eroğlu, Yavuz Top ve Muhlis Akarsu gibi sanatçıların oluşturduğu topluluklar “Muhabbet” adı altında seri kasetler yayınladılar. Büyük ilgi gören bu albümler aynı sanatçıları kişisel albüm yapmaya, hatta bir kısmını radyodaki görevlerinden ayrılmaya kadar götürdü. Yine aynı sanatçılar açtıkları dershanelerde öğrenci yetiştirmeye başladı. 90’lı yılların piyasa müzisyenlerinin çoğu bu dershanelerde yetişti. 80’li yıllar ayrıca uzun zamandır halk musikisiyle uğraşan pek çok sanatçının da parlayıp şöhret bulduğu bir dönem oldu.
Belkıs Akkale, İzzet Altınmeşe, İbrahim Tatlıses, Selahattin Alpay bunlardan bazılarıdır. Büyük bir çoğunluğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu kökenli bu sanatçılardan bazıları zamanla Arabesk müziğe yönelecek, halk türküsüyle Arabeski aynı albüm içinde okuyarak piyasaya sunacaklardır. Bu tarzın çok yaygınlaşması ve günümüzde de sürüyor olması yüzyılın sonlarında yaşanan dikkat çekici bir olgudur.
1990 ve sonrası halk musikisinde “deneysel” çalışmaların öne çıktığı yıllar olmuştur. Değişen dünya düzeninin ifadesi olan “globalleşmenin” uzantısı olarak dünya piyasalarına egemen olan ülkelerin bu faktörü iyi kullandıkları gerçektir. Popülizmin ya da başka bir söyleyişle popüler kültürün müzik bağlamında “altın çağını” yaşadığını ve bu dönemin ikinci yarısında yani şu yaşadığımız günlerde halk türkülerini dilediği gibi harmanlayıp kullanarak “yeni” müzik yaratma çabaları göze çarpmaktadır. Bir yerde; Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren uygulama alanı bulan bu anlayış, her dönemde değiştirilerek ve çeşitlenerek süregelmektedir. Özetle: Halk musikisinden yararlanarak “yeni, milli, çağdaş musiki” yaratma fikri.